“Ve yahova
“bunların hepsi tek kavim,” dedi.”konuştukları dil aynı, giriştikleri işi
yarıda bırakacağa benzemiyorlar. Gelin de, toprağa inelim, dillerini ayıralım
şunların: Birbirlerini anlayamaz olsunlar.” Ve Âdemoğulları kentlerini kuramadılar,
oraya Babil dendi. Babil, yani karışıklık.” (Meriç, 2012:78)
Toplumsal
yapılar tarihsel temellerden ayrı düşünülemez. Toplumsal değişmeler uzun
zamanlara yayılır, bu yüzden Türkiye’deki düşünce hareketlerini incelemek
tarihsel ve sosyolojik bir bakışı da gerekli kılmaktadır. Türkiye’nin bugünkü
görünümünün temelinde 18. yy. da meydana gelen Fransız İhtilali’nin etkisi
büyüktür.
Fransız
ihtilalinin, daha birçok etken sebebiyle, Osmanlı imparatorluğu büyük bir
çatırtıyla çöktü. Bu çöküşün içerisinden cumhuriyet adında bir rejim doğdu.
Tıpkı Fransız İhtilalinin vaat ettiği gibi, eşitlik “ama kimlerin eşit olacağı”
hürriyet “ama kimlerin hür olacağı” adalet “ ama kime adalet sağlanacağı”
sorunu, toplumsal bir belirsizliği ve çatışmayı beraberinde getirdi.
Aristokratik
bir temele oturtulan Cumhuriyet, özellikle Osmanlının son eğitim sisteminin bir
ürünü olan; subayların, paşaların, ittihat ve terakkiden kalanların, batı
görmüş, Fransız ya da İngiliz hayranı bir kuşağın ürünüydü. O dönem Anadolu’ya baktığımızda
yıllar süren savaşlardan yorgun, üretmeyen, sadece karın tokluğunu gideren bir
köylü, çiftçi, eğitimsiz bir halk yığını olarak Osmanlı mirasını görürüz. İşte
Batıya doğru koşmanın anlamı net olarak budur. Bunun için de Falih Rıfkı Atay’ın
Zeytin dağını okumak, bu gerçeği netleştirir.
Ve “yaşasın Cumhuriyet”
diye yaygın bir okuma ve yazma etkinliği düzenlenir, yeni harfler, ve çağdaş
bir görüntü... Her şey matematiksel bir kurgu içerisinde, “çağdaş ve medeni” bir
halk yaratılmaya çalışıldı.
Askeri
aristokratik subay sınıfı, Anadolu’yu yeni bir kalıba dökmeye çalışmış ve bu kalıbı
toplumun bütün aşamalarında uygulamaya koymuştu.
“Türk
öğün ,çalış, güven!”
“Ne
mutlu Türküm diyene!”
“Sayısız
Atatürk çok yaşasın şiirleri”
“Bitmek
bilmeyen yüceltmeler”
“Gençliğe
hitabeler”
“Yaşasın
yeni çağdaş Cumhuriyet!”
“Kahrolsun
irtica, kahrolsun şeriat!”
“Her
şey damarlarımızda bulunan asil kanda mevcuttur!”
Eğitimin her
aşaması bu öğretiler etrafında yürütülüyordu. Osmanlıya reddi miras yapılmıştı.
Biz Türk’tük, acayip büyüktük, acayip yerlere dayanıyordu bu soy, en kahraman
millettik. Anadolu’da ki herkes Türk’tü. Araplar bizi arkadan vurmuştu, İslam
ise belli belirsiz bir şeydi kitaplarımızda, hatta çağdaş okullarımızın hiçbir
yerinde İslam’ın adı geçmiyordu.
Cumhuriyet
yeni bir kuşak var etmeye, kendi toplumunu yaratmaya “ant” içiyordu. Bütün
topluma zaman zaman “hazır ol!”
deniyor, bozulan ayarlar yeniden yapılıyordu. Artık geleneksel hale gelen
darbelerimiz hızını kaybetmeden kendini yeniliyordu. Her 10 yıl da bir, “10 yılda 10 milyon genç yarattık, marş marş
ileri” adımlarıyla yönetime el konuyordu. Devletin yücelttiği değerler de
arada bir değişiveriyordu, gençlerinin komünist olmasını istemeyen devlet bir
taraftan da, hafif muhafazakâr, hafif dindar, ama her ne olursa olsun çağdaş
bir nesil icat ediyordu.
Halkçı
olduğunu, halk için var olduğunu haykıran ama aslında kendini en tepede gören
oligarşik zümre; en çağdaş olanı, en batılı değerleri halkın yararına, halka
“cömertçe” sunuyordu. Kendini halkıyla barışık zanneden ve onun için, sürekli
milli, ulusal bayramlar icat eden bu oligarşik sınıf, kendi gerçeğini,
toplumdaki karşılığını hiçbir zaman anlayamadı. Anadolu insanı bu askeri
buyurganlığa karşı her zaman sessizdi. Ne kitlesel bir tepki geliştiriyor, ne de
yüksek sesle isyan ediyordu. Ufak kıpırdanmalar vardı ama bunlar askeri
aristokratik oligarşisi karşısında hiçbir şey ifade etmiyor. Birkaç gerici ve marjinal
grupların işi olarak görülüyordu
Çünkü;
“Anadolu
insanı mütedeyyindi.”
“Anadolu
muhafazakârdı, ama gerici değildi.”
“Camisine
giderdi ama rejimin işine karışmazdı.”
“Anadolu
köylüsü komünist olmazdı, milletin efendisiydi.”
“Hep
CHP’liydi!”
“CHP’li
olmayan kandırılmış cahil köylüydü!”
“Bu
gün bile kömürle kandırılıp oyları alınan zavallı bir halktı!”
Anadolu bu
tepeden gelen buyruklara sessizce boyun eğiyordu. Ama ruhu hiçbir zaman bu
kalıba girmedi. İçten içe direnen Anadolu Halkı, kulaktan dolma da olsa kendi
inandığı şeyleri, çocuklarına aktarıyor -kendi çocukluğumda ceng nameler
dinlemiş bir kişi olarak-, çocuklar ise evle okul arasındaki bu kültürel
çatışmanın ortasında kalıyordu. Bu
çocukların bazıları oligarşinin buyruklarına itaat edip onların safına
geçmekteydi, bir kısmı tam ortada duruyordu. Bazıları ise kendi öz değerlerinin
savunucusu olarak “gerici” damgası yiyordu.
Türkiye’nin
kültürel hayatında da büyük bir hareketlenme başlıyordu. Mısırdan yayılan İhvanıl
Müslimin hareketinin etkileri görülüyordu. İran İslam Devrimi gerçekleşmişti.
Türkiye’de İslamcılık bu olayların izlenmesi ve okunması ile gelişmişti. Büyük
mücadelecinin “Sayın Erbakan’ın” kürsüden ortaya attığı “devrim, kanlı mı kansız mı olacak” sloganı İslamcıların başka şanslarının
olmadığına işaret ediyor gibiydi. Her açılan parti kapatılıyor, demokrasiye
balans ayarı -28 Şubat- çekiliyordu. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı,
herkesin bir seçenek olarak düşündüğü ama kimsenin dile getirmediği “sert bir
mücadelenin” başlayıp başlamaması meselesiydi.
Tam da o
yıllarda bir kadro belirdi (AK Parti), uzun yıllar siyasetin mutfağında pişmiş,
İslamcı hareketlerin genelde siyaset kanadında yer almış isimler toplumun önüne
çıktılar. Hem topluma verdikleri güvenle -Nine’m bile Gül (Abdullah Gül’ü
kastederek) var ya çok güzel konuşuyor diyordu, hem de yazık deyip, adamların
suçu ne deyip, dualar ediyordu- hem de 28 Şubat’a toplumun verdiği bir cevap
olarak iktidara gelen AK Parti, siyasetin yönünü belirlemiştir. Eğer siyasetin
yönü tarihi yoluna sokulmamış olsaydı ve eğer AK Parti iktidarı da yeni bir
“balans ayarıyla” durdurulsaydı, öyle anlaşılıyordu ki, Türkiye bugün
Suriye’den farksız bir cehenneme dönebilirdi.
Bu zafer
İslamcıların zaferidir ve İslamcılık ölmemiştir. Büyük bir ideal ve inancın
parçası olarak Davutoğlu’nun stratejik derinlik kavramında anlamını bulmasıyla
Büyük Selçuklu idealine dönüşmüştür.
KAYNAKÇA
- Lewis, B. (2004). “Modern Türkiye’nin Doğuşu”. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
- Meriç, C. (2012). “Bu Ülke”. İletişim Yayınları, İstanbul.
Yorumlar
Yorum Gönder