Ana içeriğe atla

OSMANLININ SON MİRASI



“Kemalist ideoloji yerden bitme bir ucube değil, Osmanlı İmparatorluğu'nda III.Selim ile yoğun olarak başlayan batılılaşma çabasının en somut ürünü olarak tepeden dayatılmış bir Osmanlı eseridir.”

Türklerin İslamiyet’i kabulü hiçbir zorlama olmadan gerçekleştiği tarihçilerin ortak yargılarından bir tanesidir. Türklerin dinamik, göçer bir nüfus olarak İslam’a katılmaları, İslam’ı yeni bir dünyayla tanıştırmasına neden olmuştur. Çünkü bu hareketli topluluk, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış, İslam’ı Anadolu’nun en uçlarına, Hindistan’ın içleri kadar taşımışlardır. Müslüman olmayan Türkler ise büyük oranda tarih sahnesinde farklı bir kimliğe bürünmüştür. Bunlar Türk dahi sayılmamıştır. Lewis'e göre(2004) "Türk milleti ve kültürü, hatta bir bakıma Türkçe'nin kendisi son bin yıl içinde mevcut olduğu şekliyle hep İslamlık içinde doğdular. Bu güne kadar Türk deyimi putperest Çuvaş ve Hristiyan Gagavuzlar gibi Türk aslından ve dilinden olsalar veya İstanbul Hristiyanları ve Yahudileri gibi bir  Türk devletinin vatandaşı bulunsalar bile, Müslüman olmayanlar hakkında hiçbir zaman kullanılmamıştır".

Türklerin en büyük zaferi Anadolu’ya girişleriyle olmuştur. Hem bir zafer hem bir fedakarlık örneği sergilemişlerdir. Çünkü Anadolu bütün İslam aleminin batı kapısı haline gelmişti, Türklerin bu kapıyı tutmaları, İslam dünyasının ve halifenin güvenliğini sağlamıştır. Batının büyük saldırılarına karşı fedakârca direnmişlerdir. Bu askeri başarı aynı zamanda, Anadolu’nun bir yurtluk haline gelmesini sağlamıştır.

Türklerin 'diyar-ı ruma' yerleşmeleri aynı zamanda kültürel bir karşılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bizans,Ermeni,Gürcü yani gayri İslami bir dünyayla tanışmaları anlamına gelen bu olay, Anadolu’da büyük bir kültürel devrimin gerçekleşmesine ve aynı zamanda Halil İnalcık hocanın belirttiği gibi, Türkmen göçerlerin akınıyla “demografik bir devrim” gerçekleşmesine yol açmıştır. Bu durum aslında daha o zamandan Diyar-ı Rumun ve dahi tarihin bir daha geri dönülmez bir şekilde değişeceğine işaret ediyordu.

Anadolu’nun 11 yüzyılda böyle bir değişime maruz kalması, bütün milletlerin tarihini, karakterini, kültürünü büyük değişikliğe uğratmıştır. Aynı zamanda B.Lewis’in vurguladığı gibi,“Türklerin İslamiyet’in sadeliğini, militanlığını, hürriyetini hala muhafaza ediyorlardı”, Türklerin sahip olduğu saf inanış,uzun süre batıya tepeden bakan ve aynı zamanda ise Türklerin varlığını ve kimliğini koruyan bir şey haline gelmiştir.

 Türkler batıya karşı, İslam inancının beraberinde getirdiği öz güvenle durabilmiştir. Ama bir süre sonra batıyla büyük bir etkileşim başlamış, bu nedenle, davranışları ve kültürleri doğallıktan çıkıp, onlara hayatlarının her aşamasına çok kültürlü, çok katmanlı bir dünyayı sunmuştur.

“Bu kültürel sentezlenme, özellikle kendini Osmanlının yenileşme hareketleri çerçevesinde somutlaştırmış, belirgin ve görünür hale getirmiştir. Bunun genel adı ise Tanzimat ile birlikte 'Batılılaşma' adını almıştır. Aslında 'Batılılaşma' denen bu akım kendini taa III. Selim ıslahatlarında kendini göstermeye başlamıştır. Bu konuda Yusuf Akçura daha iyimser bir yaklaşım sergilemektedir. Ona göre Türkler batı fikirleriyle ancak 18. yüzyılda tanışmıştır. Yusuf Akçura bu düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir : ”Batı, yani Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin Avrupa kavimleriyle münasebetleri çok eskidir. Latin Avrupa medeniyetinin, Avrupa fikirlerinin batı Türklerine tesir ve nüfuzu ancak XVIII. asrın ortalarından itibaren hissolunmaya başlar.”

III. Selimin açtığı askeri okullarda Fransızcanın zorunlu hale getirilmesi ve bu okullardan Fransızca bilen çok sayıda subayın yetişmesi, aslında yepyeni bir 'kültürel devrime' adım atıldığının işaretini vermektedir. Bu yeni yetişen genç subaylar, aynı zamanda dillerini bildikleri Fransız kültürü sayesinde yüzlerini batıya çevirmişlerdi. Bernard Lewis bu durumu şöyle açıklamaktadır;  “Bu genç subaylar batıya çağdaşlarında olduğu gibi, barbar ve kafir diye hakaretle bakmazlardı. Tam tersine hem eğilim, hem de çıkar olarak, gericilere karşı birlik oldular.” Bu batı eğilimli genç subaylar, bir süre sonra Jön Türklere dönüşecek, Osmanlı imparatorluğunun en büyük yenileşme hareketlerinin hararetli savunucuları; aynı zamanda yeni bir sistemi, Fransa'dan devşirilen yeni bir rejimi yani meşrutiyeti Osmanlıya kabul ettireceklerdi.

Bu durum artık geri dönülmez bir batılılaşma macerasına girildiğini ve bütün Anadolu topraklarının buna dahil edileceği anlamına gelmekteydi. Çünkü imparatorluk sadece Selçuklu mirası olan Anadoludan ibaret kalmıştı. Batılılaşmanın ürünü olan özellikle Rumeli ve İstanbul civarına toplanan okullarda eğitim gören subaylardan biri de Kemal Paşa'dır. Kemal Paşa'nın ruhunda bütün bu Osmanlı Batılaşma macerasının en büyük birikimi vardır. Bu birikim en nihayetinde Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Kemalist ideoloji adını alarak son bulmuştur.


Yararlanılan Kaynaklar:
*Akçura, Y. (1981). "Yeni Türk Devletinin Öncüleri-1928 Yılı Yazıları". Kültür Bakanlığı, Ankara.
*İnalcık, H., Soygüzel, H., Ergenç, Ö. ve diğ. (2010). "Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak-Kuruluş". hayykitap: Ankara.
*Hreiser, K., Neuman, C. H. (2008). "Küçük Türkiye Tarihi". İletişim Yayınları, İstanbul.
*Köprülü, M. F. (1972). "Köprülünün Edebi ve Fikri Makalelerinden Seçmeler". MEB: İstanbul.
* Lewis, B. (2004). "Modern Türkiye'nin Doğuşu", Türk Tarih Kurumu Yayınları: Ankara.







Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund