Ana içeriğe atla

SOSYAL BELİRSİZLİK "anomi" ÜZERİNE

Tasarlanmış,belirlenmiş bir sosyal belirsizlik var. Toplumsal yapının bozulması sağlayan dinamikler var. Bu dinamikler daha çok elitlerin,yeni oluşan sınıfa karşı yürüttüğü bir mücadele biçimdir. Öyle ki her kavramın anlamı tek tek çürütülüyor. Toplumda var olan her kurumun saygınlığını bozuyorlar. Bir tür kaos algısı yaratma ve bu algı üzerinden var olan siyasal yönelimi kesintiye uğratarak, yenden kaybettikleri siyasal iktidarı kazanmak istiyorlar.

Türkiye de siyasal iktidarın gücü toplumu tepeden aşağıya doğru belirlemesinden gelir. O yüzden çekicidir, bu topraklarla ilgili hayali olan herkes bu gücü eline geçirmek ister. Bunun bir yanılgı olduğu “gezi” sürecinde algılandı. Aslında iktidarın on yılda hiçbir toplumsal olguyu ve olayı belirlemediği ortaya çıktı.

Öyle anlaşıldı ki artık tepeden bir belirleme değil, sokakta bir “anomi” “belirsizlik” yaratarak, güç dengelerinin yeniden oluşturulabileceği algısı güçlendi. Onun için saflarda oynamalar var, taraflarda geçişler var. Bu görüntü bir taraftan bir çatışma algısı yaratıyor, bir taraftan da yeni cepheler kuruluyor.

Bu saflaşmanın toplumda var olan ayrımları belirginleştiği, tarafların birbirini tasfiyesine kadar uzanacak olan bir noktaya doğru gidiyor. Herkes bunu göze almış görünüyor. Haziranın başlarında içime doğan ya darbe olursa seni alır giderler,  deyip de taraf olarak bunu göze almış olmam gibi.

Cepheler oluşurken, toplumun olmasa bile,okumuşlar düzeyinde gerginlik ve çatışma sürgit devam ediyor.Bu çatışma bir çok şeyi de ortaya serdi, toplumda var olan çürümenin boyutunu ortaya çıkardı, siyasette, cemaatte, medyada, para da, bankada. Ama yine de bu çatışma özünde kültürel bir karşılaşma, değerler üzerinden bir çatışmayı ifade ediyor, daha çok semboller ve simgeler üzerinden yürütülüyor.

Kendi içinde bir sürü tutarsızlığı barındıran, bu karşılıklı sürdürülen gerginliğin, yazışmaların çok fazla ahlaki ilkeye dayanmadığı görülüyor. Bu çatışma yüzeysel yürütülüyor, ama kökleri çok eskiye dayanıyor, sanki ortaçağda imiş gibiyiz. Tek eksiğimiz kılıçlarımız.


Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund