Ana içeriğe atla

Sosyolojiye Veda!!!


“İktidarlar sorunları izlemek için değil, çözmek için seçilirler.”

Toplumsal yapının anlaşılmaya ihtiyacı var, sorunların tespiti ve çözümleri için bunu yapmak zorunluluğu zaman ilerledikçe daha fazla belirgin bir hal alıyor. Devlet ise bu noktada daha çok yasa yaparak, demokratikleşme paketleri hazırlayarak sosyal yapıdan kaynaklanan sorunları çözmeyi arzu ediyor.

Türkiye için sosyolojinin gerekliliği ne zaman ortaya çıkacak? Devlet sosyolojiye neden ihtiyaç duymaz? Sosyal sorunlarının çözerken hangi sosyal bilimlerden faydalanır? Bütün bu sorulara vereceğiniz cevaplar sosyolojinin devlet için anlamını da belirlemiş olacaksınız.

Yasalar düzen sağlar, sorunları çözmez. Buna bir örnek olarak, geçen bir haber okumuştum bir hâkimin erkeklere seslenerek:”Kadınlardan uzak durun, yasalar pozitif ayrımcılık yaparak,  kadınların lehine” diye serzenişte bulunması dikkat çekiciydi. Toplumda var olan şiddet, yozlaşma, kültür erozyonu, gençler ve onların “anomi” halleri, yasalarla durumsal çözümler üreterek değil, bu sorunların nedenleri iyi analiz ederek çözümlerin ortaya konulması gerekmektedir.

Sosyal olaylar sosyolojiye olan ihtiyacı ortaya koymaktadır. Bu genel açıklamalardan sonra, herkes büyük oranda bunun böyle olduğuna ikna olacaktır. Az bucuk sosyal bilimlerle uğraşan herkes sosyolojiye olan ihtiyacı kabul edecektir.

Sosyoloji derneklerinin bu konuda çalışmaları da mevcut, devletin çeşitli kademeleriyle görüşmeler yapıyorlar, bürokrasideki herkes böyle bir ihtiyacın olduğunu belirtiyorlar, ama maliye ve istihdam meselesi olduğunu vurguluyorlar.

Sosyoloji bölümlerinden mezun yaklaşık on bin yetişmiş insan var. Bunlar genelde farklı işlerde çalışıyor, belki yüzde biri ise sosyolog unvanıyla çalışmaktadır, bu da devlettin istihdam ettiği sosyolog sayısının yaklaşık bin civarında olduğunu göstermektedir. Devletin istihdam ettiği diğer alanlarla kıyaslayınca bu sayının baya komik bir sayı olduğunu anlıyoruz.

Bu kadar büyük bir kitlenin devletin verdiği eğitimin dışında iş görmesi, farklı alanlarda çalışması hem devletin yaptığı harcamalara büyük bir zarar, hem de bu kadar yetişmiş insanın hayatını anlamsızca başka işlerde yürütmeleri bir zarardır.

Devlet sosyoloji bölümleri açmakta, oralara hocalar atamakta onlara maaş vermektedir. Bu koca yatırımın sonucunda ortaya çıkan bir eğitim skandalıdır. Mezunları farklı alanlarda çalışmakta, hocalar ise maaş alıp keyiflerine bakmaktadır. Asıl yaralayıcı olan ise gençlerin neredeyse üniversiteden sonra vasıfsız olarak iş hayatına katılmalarıdır.


Sonuç olarak devlet bu sorunu izlemeyi tercih etmekte, buna dönük herhangi bir çalışması bulunmamaktadır, oysa iktidarlar sorunları izlememeli çözümler üretmelidir. Bu konuda pek ümidim kalmadığı için, diplomamda yazan; aldığı akademik unvan kısmını silip yerine vasıfsız elman yazmamın daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Onca yıl aldığım eğitimin beni getirdiği nokta vasıfsızlık. Bütün hocalarıma da beni bu “vasıfsızlık” noktasına getirdikleri için teşekkür ederim.

Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund