Ana içeriğe atla

Tehdit ve Barış

Kürtlerin ardı arkası kesilmeyen tehditlerinin nedeni nedir? Barış mı? Yoksa konjonktürel kazanımlarını daha da mı çoğaltmak istiyorlar. Öyleyse büyük bir yanılgı içinde olduklarını burada belirtmek isterim.

Haklarınızı devleti ve toplumu sürekli, ölümle, saldırıyla tehdit ederek elde edemezsiniz, bu yüzlerce yıldır incinen gururunuzu okşuyor olabilir, ama gerçekçi ve demokratik bir davranış biçimi değil.

Suriye'de bir kandil dağı yok ve bu coğrafya da herkes barıştan çok savaşmayı iyi bilir. Örgütün bunu iyi görmesi gerek; kendini İsrail’e,İran’a ya da başka güçlere dayandırarak devleti ve toplumu tehdit etmesi barışa hizmet değil, tam tersine savaşa çağrıdır.

Onlarca yıldır mücadele var; barışa bir adım atılmış ama nedense bu barışa atılan adım hemen aceleyle, bir an önce ne olacaksa olsunla, olur mu? Eğer öyle bir düşünceye kapılmışlarsa bu iyi niyetli bir çaba değil, daha çok bölgede kazanımlarını artırmak, ya da yeni mevziler için yapılan taktiksel belirlemelerden ibaret kalır.

Kürtçüler bütün Kürtleri ateşe atmanın peşine düşmüş görünüyor.

Kürtler kimden neyi kazanıyor neyi kazanmayı amaçlıyor anlaşılır gibi değil, bölgede 19 yüzyıldan kalma bir ulus devlet anlayışı mı arzu ediyorlar? Bu deneyimin bütün bölgeyi savaşlara sürüklediğini, bu modellerden coğrafya da kimsenin kazanamadığını görmüyorlar mı?

Kürtçü bir ulus devlet arzusu bazı Kürtlerin hala bitmeyen bir hayali olabilir. Bu konuda adım atmaktan da geri durmuyorlar, Suriye de birkaç şehir kazanmak için, birkaç petrol kuyusu kazanmak için, bölgenin yangınına seyirci kalmayı tercih ettiler.

Sanıyorlar ki petrol kuyularını kaparlarsa bölgenin bağımsız gücü olurlar,halbuki keleşlerle petrol kuyularının korunamayacağını anlamaları lazım.

***
Son olarak şunu belirtmek istiyorum ki, ya coğrafya da birlik olup hep birlikte kazanacağız, yoksa toptan yücelttiğimiz gururlarımızla,mezheplerimizle,doğrularımızla birlikte cehennemin dibi boylayacağız,

Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund