Ana içeriğe atla

Demokrasinin Sonu: Hesaplaşma

“Tarihi bir hesaplaşmanın kapısındayız, hem tarihle hesaplaşacağız, hem de herkes birbirinden hesap soracağa benziyor. Umarım bunu hafif yararlarla atlatarak daha güçlü bir topluma dönüşürüz.“

Türk cumhuriyet devletinin kuruluşunda tek tipleştirme projesi hâkimdi. Bunun çeşitli nedenleri var. Hem dönemin uluslaşma mücadeleleri hem de Osmanlının çöküşünde azınlıkların yaptıkları, imparatorluğun Türk subaylarını oldukça rahatsız etmiş olmalı.

Çanakkale de Müslüman ulusların evlatları direnirken, İstanbul’da azınlıkların yaptıkları herkesin dikkatini çekiyordu. Yani kan ağlayan bir millet, diğer tarafta gelen işgalcilere çiçekler sunan azınlıklar.

Nihayetinde bütün savaş süreçleri bittikten sonra yeni bir idari merkez yeni bir idari rejim devlet için gerçekleştirildi. Baskıcıydı, tek tipleştiriciydi. Herkesi bir ulus şemsiyesi altında toplayarak, bunun dışında ki hareketleri ayrılıkçı olarak gören ve bastıran bir rejim vardı.

Rejim bütün ayrılıkçı unsuları yok etmesi üzerine kuruluyordu. Kuruluşunda kadim Kürtleri dahi Türk olarak ilan ediyordu. Herkesin varlığı Türk varlığına armağandı. Türklük ise kendi tarihsel bağlamından koparılıp, Sümerlere kadar giden kültürel bir şeye dönüşüyordu. Hayali bir ulus çıkmıştı karşımıza, herkes bu duruma itiraz etse de, bu itirazın karşılığını rejim çok sert veriyordu.

Toplum tarihi bağlamından koparılmıştı. Ama bazı kesimler, özellikle azınlıklar bu bağlamdan asla kopmuyor, tarihi tecrübeleri, savunma refleksleri onları kendi tarihsel bir bilinçte tutuyordu. Bu durumu kendi lehlerine çeviriyorlar, adlarını Ahmet, Hasan, soyadları önüne arkasına Türk koyarak, yeni sistemde yerlerini alıyorlardı.

Ama yılların savaş yorgunu Anadolu, kendi tarihi bağlarından koparılmıştı. Soyadları tarihsel bir bağ taşımıyor, soy ağaçları olmayan köksüz bir millete dönüşüyordu. Okullarda okutulan tarih ise bir güdük tarihti, tarih bile denemez, kronolojik sınıflanmış malumat yığınıydı.

Türkiye cumhuriyeti devleti aşamalardan geçerek bir noktaya geldi. Yeni bir demokrasi seviyesi, görece özgürleşme, kendini ifade etmenin rahatlığyıla bilinmeyen, görünmeyen kesimler, yapılar bir bir görünür olmaya başladı.

Toplumda var olan görünme hali, herkesi birbirinin karşısına getirdi. Yani hesaplaşma noktasına getirdi. Elbette bu yaygın bir çatışma gibi görünmüyor şimdilik, muhtemel ki yayılacak, herkes adı “Mehmet” olan “gâvuru” tanıyacak. Bunu bir metafor olarak kullanıyorum. Aşağılama ya da ötekileştirme anlamında kullanmıyorum.

Bizlere son tartışma meseleleri gösteriyor ki, kavramlar tarihi köklere dayanıyor, sosyal çatışma tarihi kavramlar üzerinde yürüyor. Dersim isminin geri verilecek olması da buna örnek olarak gösterilebilir. Bizim güneydoğu, doğu Anadolu dediğimiz yerin adı yeniden eski isimlerine kavuştuğunda 15. yüzyılda olduğu gibi bölgeye Kürdistan dendiğini işiteceğiz ki, zaten kendi aralarında kullanıyorlar.

Anadolu yeniden kendi tarihi ve yerel isimlerine kavuşacak, sanki üç yüz yıl öncesine gideceğiz, dedelerimizin bildiği isimlerle kendi kasabamızı köyümüzü anacağız. Biraz tuhaf olabilir ama insan kendini toprağın ve tarihin gerçek sahibi olarak hissedecek. Kendini eski, kadim ve yerli hissedecek

Hep burada yaşayacağız, hep birlikte yaşacağız.



*sivastan yöresel isimlerimize örnekler
biz tonus diyoruz,devlet altınyayla diyor,
biz şahlı diyoruz, devlet doğupınar diyor,
biz beydiğin diyoruz, devlet serinyayla diyor,
biz mezere diyoruz, devlet başyayla diyor,
böyle işte, bu örneklerden çok...




Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund