Ana içeriğe atla

DEVRİM VE FARAZİYE


Sosyal gerilim çoğu zaman toplumu dinç tutar, uyanık tutar, ama nereye kadar gereceğini bilmezseniz sonunda kopar. Çünkü insanların büyük oranda duygularına yenik düştüklerini gözlemliyoruz. Görünürde herkes statükoyu koruma isteği duyabilir, hatta var olan düzenin iyi olduğu algısını kendinde yücelte bilir. Ama tarihte bir çok defa görmüşüzdür ki, her şey bir anda devrime dönmüştür.

Sosyal yapıyı sonsuza kadar geremezsiniz, bir yerde kopması muhtemeldir, ya da bu gerilimin muhtemel şiddet içerikli sonuçları ortaya çıkar.

Sosyoloji açısından arab baharı ve yaşananlar iyi birer deneyimdir. Mısır ve Suriye bunun örnekleridir, şiddetin nasıl bütün toplumu saran bir şey olduğunu gözlerimizle gördük. Bunlar da çatışır mı dediğimiz yapılar, insanlar çatışmaya başlıyor, kimse de bu çatışmanın önüne geçemiyor.

Bir yerde şiddet başlarsa, kelebek etkisi gösterir. Herkesi içine alır. Kimse bu şiddetten kaçamaz. Bunun için bu noktaya gelinmeden siyasetin, sokağın gerginliğinin düşürülmesi önemlidir, bir şeye insanlar geriliyorsa hala zamanı gelmemiş demektir.

Linç kültürünün yaygın bir anlayış olması, kendinden olmayana saldırma, onu sesini bastırmaya çalışmak, büyük oranda şiddete giden yolun tabelaları gibidir. Sonu büyük oranda fiziksel linçe gider.

Siyasal söylemin etkisiyle bütün toplum yaygın bir politikleşme sürecine girmiş görünüyor. Bu politikleşme tarafların bir birini kabaca ötekileştirmesine neden olmakta, bu da çatışmanın taraflarının oluşmaya başladığını göstermektedir.

Siyasal söylemlerle, nutuklarla dönüşüm sağlandığını, devrim yapıldığına inanmak hiç tarih ve sosyoloji bilmemekten kaynaklanır. Değişim ve dönüşüm, haddizatında devrimler çok uzun çabaların sonucunda ortaya çıkan sosyal hareketlerdir.

Karizmatik liderlik diye vurguladığım Erdoğan liderliği,  kendini tek yasa yapıcı akıl diye ilan ederse, bu durum toplumu bir felakete sürükleyebilir.

Her şeyi ben yaparım, onu da şimdi yaparım anlayışı bütün toplumsal yapıyı alt üst ediyor. Çünkü değişim ve dönüşüm kişisel bir tasarruf değil, zihinsel,ruhsal ve teknolojik gelişmenin sonucunda meydana gelen bir durumdur. 


Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund