Ana içeriğe atla

MENFAAT KAVGASI

Türkiye sosyolojik bir kırılmadan mı geçiyor yoksa iktidarın gücünden kaynaklanan muhafazakârlıkla, cemaatin yaygın anlayış ve hizmet biçiminin çatışması mı yaşanıyor?

Her şey bu kadar sosyolojik mi ya da her şey bu kadar demokratik mi? İşte orada ardı ardına soru işaretleri belirir. Gerçekten hükümet cemaat vesayetine mi direniyor? Gerçekten cemaat paralel devlet yapısını mı kurguluyor? Benim açımdan işin hiçte sosyolojik ya da demokratik olmadığı gerçeğidir.
                                  
Bu kavganın dersaneler üzerinden patlaması aslında baştan beri benim beklediğim bir şeydi, özellikle de gezide cemaatin konumu buna işaret ediyordu. Çünkü Erdoğan liderliği herhangi bir etkiyi ve kontrol dışı hiçbir unsuru kabul etmiyor gibi görünüyor. Bu durumda cemaatte devletten istediğini alamıyor, bundan rahatsızlık doğuruyor.

Bu yüzden temelde çatışan islami anlayışlar  değil daha çok devlet içinde varolan memurların menfaat kavgası gibi görünüyor. Ortada aslında çok pragmatik ve tam türk tipi bir menfaat kavgasının olduğu aşikardır.

Bugünün temel değeri menfaatin ve çıkarların kutsanmasıdır. Ve mesele bazen çok basittir, ama siz üzerine bilimsel bir literatür, ideolojik bir kılıf geçirdiniz mi? Dünyanın en büyük en derin hakikatlarının çarpıştığı sanısı oluşur ki bunun böyle olmadığı kanaatını bir sosyolog olarak taşıyorum.

Bu çatışmaya bir çok muhalif kesimin bel bağladığını görüyoruz. Bu aynı zamanda iktidarı yıpratma eylem biçimi olarak ortaya çıkmış görüntüsü veriyor. Ama şunu açıkça belirtmeliyim ki buradan kimseye bir şeyin çıkacağını sanmıyorum, çünkü çatışmanın taraflarının dünya algıları pragmatik ve çıkarlara dayalıdır. Bu yüzden kısa vadede bir anlaşmaya varılacağı muhakkaktır. Çünkü çatışmanın kavramsal düzey her hangi bir çerçeveye oturmuyor. Cemaat partiden vazgeçmiş görüntüsü sergilemiyor, hükümetinde cemaati tamamen dışarıda bırakacakmış gibi bir görüntüsü yok. Ama sosyal medyaya baktığınızda kızılca kıyamet kopuyor sanılır. Artık kanaatim kesinki, oradaki tartışmaların sosyolojik veri olma niteliği yoktur.

Bu yazıya kendimce sosyolojik bir analiz yapma hevesiyle başladım, ama nihayetinde menfaat çatışmasından başka bir şey görmedim. Bu menfaat çatışması kavramı menfi anlam içerebilir, ama bu kavrama yüklediğim anlam; iktidarın araçlarına kim sahip olacak ve onları kim kullanacak meselesine işaret etmektedir.

                                         

Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund