Ana içeriğe atla

SOSYOLOJİ VE SORUNLAR

Dünyayı algılama biçiminiz, aynı zamanda sorunları nasıl çözeceğinizi de belirler. Bireyden başlayıp devlete kadar giden bir sorun çözme biçimi tamamen dünyayı ve insanı algılayış biçimi ile doğrudan ilintilidir. Bu yüzden neye inandığınız, neyi deneyimlediğiniz hangi etnik kökenden olduğunuz büyük önem kazanmaktadır. Hayatınızda var olan kültürel çeşitlilik, etnik kökeniniz, inandığınız şeyler,  yaşadığınız iklim ve doğa koşulları dünyayı algılama biçimizi büyük oranda belirler.  

Bu da bize İbn-i Haldun’dan beri var olan sosyolojinin niçin ortaya çıktığını gösterir. Sorunları çözme biçimimiz psikolojik değil kültürel ve sosyaldir. Türkiye bu açıdan insanların dünyaya bakışlarının, durdukları yerlerin ciddi sorunlar içermesinden dolayı, ya da dünya algılarının çeşitliği yüzünden sorunları çözme biçimi çeşitliği var. Bu yüzden her bireye göre çözüm algısı oluşuyor. Bu da meseleyi içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.

Ortak çözüm mümkün mü? Devlet açısından, sosyal sorunlar açısından Türkiye de ortak akıl imkânsızdır neredeyse, oysa batı toplumlarında büyük oranda aynı dünyayı algılama biçimi dolaysıyla çözümlerin, inanışların ortaklığı söz konusu olabilir.

Türkiye de devleti ele geçirmek bu açıdan önemlidir, çünkü bu çeşitliği aşmanın tek yolu devletin gücünü kullanarak kendi algını diğerlerine hâkim kılmak ya da dayatmak anlamına gelir. Türkiye de iktidarı ele geçirme mücadelesi hiç bitmeyecektir. Kitlelerin bir birlerine karşıtlığı, grupların, etnik unsurların, hiziplerin varlığı bu savaşı başlatıp ve hiç durmadan sürmesine neden olan bir durumdur.  Çünkü hepsi bir dünyayı algılama biçimi taşıyor, bir inanç taşıyor ve bir geçmiş taşıyor. Herkes sanki kaybettiği anavatanını geri almak ister gibi bir mücadelenin içine girmiş bulunuyor.

Her şey birbirine girmiş görünmekte. Kimin ne olduğu konusunda maalesef herhangi bir ölçüye sahip değiliz. Çünkü eski Türkiye’nin oligarşik ve militarist yapısı dolaysıyla herkes aynı üniformayı giydiği için netlik oluşmamıştır, büyük oranda taraflar perdenin altında karanlıkta çalışmışlardır(takiyeceilik gelişmiştir). Şimdi tek tek her şey görünür hale geliyor, belirgin hale geliyor ve herkes üniformasını çıkarıp onun yerine kendi etnik, dini simgelerini hesaplaşma alanına sürüyor. Herkes güve tutmuş sancaklarını alıp meydana inmiş görünüyorlar.

Hesaplaşma kaçınılmaz görünüyor. Bu bir tespittir, Türkiye’nin geleceğine dönük bir öngörüdür. Ama bu elbette hiçbir şeye yaramaz, yani bir şeyin ne olduğunu tespit etmenin kimseye bir katkısı olmaz. Burada toplum bilimcilere düşen bu toplumun geleceğini doğru bir sosyal mühendislikle istenilen noktaya ulaştırmak olmalıdır.

Hangi gelecek Türkiye’nin doğal geleceğidir? İşte burada da ciddi ideolojik bakış açıları devreye giriyor, herkesin gelecekteki Türkiye’si aynı değil, başka başkadır, biri için Marksist bir gelecek, kimi için Kemalizm’in ilkeleri, kimi için ise şeriat, herkes kendi etnik grubunu, cemaatinin geleceğin Türkiye’sinin tek hakimi gibi görebilir, bunda itiraz edilecek hiçbir durum yoktur, insanların doğal istekleridir, o halde şunu belirlemeliyiz ki, güçlü olan kazansın, ama bu noktada ise güçlüden kasıt, çoğunluk mu, örgütlülük mü, entelektüellik mi, terör mi? Yine her gruba göre değişen bir güçlü olma şeklinin araçları var.

Cemaat için güçlü olmak etki etmek, telkin etmek, resmi araçları kullanmak, Kürtlere göre güçlü olmak dağ demek, silah demek, mücadele demek, devleti ve her yeri ele geçirip güçlü olmak demektir, parti ise milletten aldığı oyların çokluğu nedeniyle şimdilik devlete hakim görünüyor.



*Yasin Aktay’ın bir sosyal bilimci olarak ortaya attığı “türk ırkı yok” cümlesi, sosyal bilimlerin ne kadar ideolojik algılandığı ve kullanıldığının açık ifadesidir. Sosyal bilimlerin ideolojik olması da doğaldır, ama mesele bu ideolojiyi takiyecilik yapmadan da taşıyabilmek sağlıklı insanların işi olmalıdır.

Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund