Ana içeriğe atla

Atanmışlar Cumhuriyeti

Devletin dayandığı üzerinde durduğu bürokratik kadronun mili irade düşmanlığı yaptığının ortaya çıkması, büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzun en büyük göstergesidir. Devlet farazi bir millet tanımın üzerine oturtulamaz, son günlerde ortaya çokça atılan millet iradesi kavramı ve devamın da gelen millet böyle istiyor açıklamaları öz itibariyle afaki şeylerdir. Pratikte herhangi bir karşılığı yoktur.

Milletin iktidarının yolu hem seçilmişler ve hem de devletin sivil ve askeri atanmışlarının milletin yanında olması devleti millileştirir. Eğer seçilmişlerle, atanmışlar arasında bir çelişki varsa, büyük oranda devlet yönetilemez hale gelir. Nitekim de uzun süre Türkiye ciddi krizlerle boğuşmuştur.

Türkiye cumhuriyeti kuruluşunda bürokratik bir devlet yapısına sahiptir, hem sivil hem de askeri bürokratik elitlerin eliyle inşa edilmiştir. Bu elitler uzun süre kendi güçlerini, erklerini paylaşmak istememişlerdir.

Eski Türkiye’nin elitleri sahneden çekilirken, yerlerini yine başka atanmışlar zümresini bıraktılar, onlar yerli görünen, dini bütün gibi görünen, nitekim de öyle de olabilirler, ama nihayetinde dindar bile olsalar, seçilmişleri emir eri yapma fikrine kapılmış olabilirler.

Türkiye de bürokrasinin kökeni, dayandığı ilkeler ve ilişki içerisinde olduğu güç odakları hep karanlık olmuştur. Mesela Dr Rıza Nur 1920’li yıllarda Nevres adından bir İngiliz ajanından söz eder hatıralarında, Nevres’in devlet bürokrasi içerisinde nasıl yükseldiğinden bakanlar kurulunda konuşulanlardan bile haber aldığından söz eder. Devlette ki herkes Nevres’in İngiliz ajanı olduğunu bilir, ama hiçbir şey yapılmaz, yapılamaz. Dr Rıza Nur öyle ki, kendi anlatımıyla “onu öldürmeye bile karar verdim, bunu sırf milletin çıkarları için yapacaktım” diyor.

Türkiye’de bir milliyet hayalet dolaşıyor. Gerçekte Türkçülükle de karıştırılmış bir milliyet fikri maalesef ölü bir düşüncedir. İmparatorluğun o karanlık günlerinde, Türklerin adı anılmazken, Anadolu milleti cephelerde şehid düşerken, bir takım vicdanlı aydınların Türk’e sahip çıkma olarak algılanabilecek bir milliyet fikrine kapılmışlardır. Nihayetinde Türkiye cumhuriyeti yine imparatorluğun o Alman Fransız İngiliz kolejlerinden mezun olan subaylarınca kurulunca yine ortaya büyük bir kimlik krizi çıkmıştır.

Kimlik krizi Anadolu’nun yerlileriyle, İstanbul’un etrafına kümelenmiş dönme devşirme saraylıların arasında patlak vermişti. Yerli ve milli olanla, imparatorluktan arta kalan vatansızların arasında derin bir sessizlik içerisinde sürüp giden bir çatışma hep var olagelmiştir.

İstanbul elitlerine, yabancılarına göre, Türk kaba saba bir şeydi, Anadolu ise İstanbul’a Afrika kıtası kadar uzak bir belde olarak görünmekteydi. Oysa İstanbul’dan herkes görüyordu ki kurtuluş Anadolu’dan gelecekti, İstanbul esir, İstanbul düşman, İstanbul işgal altındaydı. Anadolu’nun yiğitleri geldiler ve onu yeniden fetih ettiler.

Şimdi Anadolu kendi varoluşunu yeniden kurguluyor, yeniden tarih sahnesine çıkıyor, öyle parlak ve ışıl ışıl ki bütün düşmanları onun bu ışıltısından nefret ediyorlar, kıskanıyorlar ve yok etmek istiyorlar.

Anadolu ışığını yeniden yakan, bu alevi harlandıran elbette yiğit erenlerdir, Anadolu onların cesareti, azmi ve çalışkanlığı sayesinde yükselmektedir.


İşte bu ışığı söndürmek için, devlete hâkim olan atanmışlar zümresi, hep birlikte bu parlayan yıldızı söndürmek için koşuyorlar. Çünkü efendileri öyle istiyor, onların efendileri yabancı, gâvur ve millete düşman bir zümredir.

Yorumlar

GEÇEN YIL

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund