Ana içeriğe atla

BENİM RÜYAM

Demokrasi gelecekti, bir vakit, hepimiz özgür olacaktık. Hepimiz güzel insanlar olacaktık. Türkiye büyüyecek, hiç yoksul kalmayacaktı, gelecekte hep güzel, neşeli günler görecektik. Bütün ülkenin yüzü gülecekti. Hep gelecek zamanın kipindeydi umutlarımız ve hayallerimiz.

Hep böyle geçti zaman, alttan üstten girip kulağımıza biz ahlaklıyız, dindarız, bize oy verin, bize yardım eden, bize ne varsa verin dediler, bu millette elinde neyi varsa hepsini verdi. Gerekiyorsa kendi yemedi burs verdi, kurban verdi, nihayetinde güzel kolejler kuruldu, dev şirketler kuruldu.

Bütün bu kurumlar, amacı belli olmayan, toplumsal ve siyasal süreçlere müdahale eden, bu müdahale de ne gibi yararlar gözetildiği belli olmayan yapılar olarak tekrar karşımıza çıktı. Milletin paralarıyla kurulmuş bu yapılar ve kurumlar sonra kendi evlatları tarafından kendinin huzuruna dönmüş bulunmakta.

Sınavlarımızı çaldılar, haklarımızı çaldılar, kadrolaştılar, kendilerinden olmayanları yok ettiler, hep sabırla hüsnü zan ettik, yok canım, değildir, yapmamışlardır, deyip durduk. Elbette biz saf değiliz, ama sizin cingözlüğünüze yetişemeyiz, çünkü hala ahlakını, namusunu koruyan şerefli insanlar olduğumuzdandır.

Sonunda bize düşen “yıktın perdeyi, eyledin viran” teranesini söylemek olacaktır. Bir rüyadan uyanıyor gibiyiz, hakikatin ne olduğu gerçeği bir süre sonra aydınlanacaktır.

Zaman kimin haklı olduğunu elbette ortaya çıkaracaktır, ama bundan sonra önemli olan şeyin haklı çıkma meselesi olmadığı, tam tersine bu çatışma da neyin kaybedildiği çok önemli olacaktır.

Bu süreçte çok şey kaybettiniz, bütün güvenleri ve inançları yıktınız. Artık ne söyleseniz de biz size karşı daha dikkatli olacağız, çünkü artık bu millet hakkınızda şerh düşmüş bulunmaktadır. Elbette biraz daha kendinizi güvende görebilirsiniz, ama adalet er ya da geç tecelli edecektir.

İçimden bir ses uykudan uyanma bak güzel rüyalar görüyordun diyor, ama bir kere uyanmış bulunduk.

Kısa bir süre de olsa güzel bir rüya gördük. Şimdi hakikat önümde duruyor, markete gittiğimde ekmeği yetmiş beş kuruşla aldığım gerçeğiyle yüzleşiyorum. Ücretli kölelik yaptığım gerçeğiyle yüzleşiyorum. Ben bu şartlar altında yaşarken, bize gelip kardeşlik masalı anlatacaksanız, güzel günler göreceğiz teranesini fısıldayacaksanız boşuna zahmet etmeyin.







Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund