Ana içeriğe atla

Labirentteki Ülke

Devlet herkesin kabul edeceği ve herkesin eşit olduğu bir hukuku yeniden yazmak zorunda, bunun başlangıcı da anayasadır. Eğer hukuk yeniden tesis edilmezse, adalet sadece kâğıt üstünde kalacaktır.

Devlet onun bunun devleti değil, bizatihi milletin hizmetinde olacak bir devletin tesisi bu hükümetin boynun borcudur, hem seçilmiş olmalarından, hem de kendi varoluşları ve güvenlikleri açısından hukuku inşa etmelidir.

Adaleti tesis etmeliyiz, adalet tesis edilmezse, boşuna konuşuyoruz demektir.

Siyasi çıkarlar, cemaat hırsları, adam kayırmacılık, siyasal ve bürokratik çürümenin en büyük göstergelerindendir.

Yolsuzluğun yapıldığına herkes inanıyor. Sosyoloji şu ki, toplumda varolan hiç kimse yolsuzluğun yapılmadığını düşünmüyor, bu da gösteriyor ki siyasal sisteme büyük güvensizlik var.

Güveni inşa etmenin yolu, millete çıkıp yok, yapmadık, olmadı, öyle şeylere inanmayın demek değildir, bir sistem inşa etmektir, kurallara bağlı ve kuralların herkes için eşit şekilde işlediği bir sistem tesis etmeliyiz.

Bütün halılar kaldırılmalı, tozları alınmalı ne kadar kir pas,ne kadar gizlenen şeyler varsa ortaya serilmeli, arınmalıyız. Yeniden sağlıklı bir toplum için arınmalıyız. Bunun için hakikatten korkmamak gerekiyor.

Hakikatten kaçtıkça, hakikati görmezden geldikçe, benim çıkarım, onun çıkarı, benim cemaatimin ülküsü, onun altı oku, yedi bilmem neyi diye hep gerçeği görmezden geldikçe biz tuhaf bir şekilde tekrar ediyoruz.

Bir labirente girmişiz de çıkışı bulamıyoruz. Her seferinde aynı şeyleri tekrar ediyoruz, ama kapıyı bulamıyoruz.

Burası eski bir coğrafya, çok kadim milletlerin geçtiği, medeniyetler kurduğu, toprağın altında katman katman yapılar, medeniyetler var. Bu yüzden elbette tarihsel ve sosyolojik devamlılık bir şeye işaret ediyor. Bu topraklarda güven tesis etmek zordur ama imkânsız değildir, çünkü burada kuracağımız adaletli bir hukuk ve devlet sistemi bütün coğrafyamızı kurtaracaktır.

Siyaset erdemliler üzerinde yükselmeli, kaseti çekenlerle, kasete konu olan fiilleri işleyen kasetçilerin üzerinde değil. Kendilerini ülkülerine adayan insanlar üzerinde sancak yeniden yükseltilmeli, hem sosyal yapının inşası, hem de siyasal sistemin inşası bu coğrafyanın en bilge kişileri ve kadim eserleri üzerinden sağlanmalıdır.



Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund