Ana içeriğe atla

TANZİMAT ZANPARALARI

Tanzimat’ta Osmanlı aydının bir düşü vardı Fransa, Paris! Osmanlı aydını kimdi, bilmem kimden nereden dönmüştü Allah bilir! Ama öyle hayrandı ki batıya, öyle düşmandı ki Anadolu’yu, tiyatrosunda, sanatında, romanında hep milleti aşağılardı. Bodur Türk, diye aşağılardı, kara kavruk diye aşağılardı, ama o Türk, o küçümsedikleri Anadolu insanı vatanı uğruna her gece bir düşman askerinin kellesini alırdı.

O roman, o sanat, o tiyatro Anadolu insanını hiç anlatmadı, onu hiç anlamaya çalışmadı, onun hayatının hikâyesini hiç yazmadılar, bu yüzden iğreti, bu yüzden saçma, bu yüzden ancak Anadolu’da soba yakmaya yaradı.

Çanakkale’de aziz milletin Mehmetleri, Ahmetleri göğüslerini erkekçe kurşunlara siper ederken, geride, İstanbul’da, ölen her Mehmet için, ölen her Ahmet için kına yakan bir rum vardı, bir ermeni vardı, bir yahudi vardı, bilmem daha başka kim vardı.

Bu milletin diz çökmesi için her yolu deneyen, her aracı kullanan bu Tanzimat artıkları iyi bilmeli ki, öyle üç beş çapulcuya bu millet diz çökmez, İngiliz’in, Fransız’ın, Rum’un toplarına, namlularına diz çökmeyen bu aziz millete siz diz çöktüremezsiniz,

Elinizden geleni ardınıza koymayın, bu dirilişi engelleyemezsiniz, bu İslam milletlerinin yeniden dirilişidir, durdurulamaz.  Bu Türk’ün, Kürd’ün, Arab’ın, yeni kahramanlık destanı olacak, İslam’ın sancağı kara kavruk tenli bu insanlar üzerinde yeniden yükselecektir.

Biz bu toprakları aziz milletin, o simit yiyen, bodur, buğday taneleriyle beslenen, çarıklı, kara lastikli, kara kavruk adamların evlatlarının kanlarına borçluyuz.

Be hey Tanzimat zamparaları, biz bu cumhuriyeti, bu toprakları böyle kazandık. Yeniden sizin Bizans oyunlarınıza teslim etmeyiz.

Bu aziz millet her zaman paylaşmıştır, ekmeğini bölmüştür, bu topraklarda ayrılık ve gayrılık gözetmemiştir. Her seferinde sofrasında olan, onun sırtından doyan, geçinen, zengin olan kim varsa bu aziz millete ihanet etmiştir.

Bu aziz milleti, bu yoksul milleti, bu gönlü zengin, ruhu ve vicdanı temiz milleti hiçbir zaman anlamadılar, anlamak istemediler, her zaman görmek istedikleri yerde gördüler, batıcı kafalar, kendi kompleksleri içinde milleti cahil diyerek ötekileştirdiler.

Bunun en somut örneğini şu günlerde yaşıyoruz, ak parti mitinglerine gideni küçük gören gözlemler yayınlanıyor. Öyle anlaşılmalı ki artık bu aziz milleti hiç kimse küçümseyemez, küçük göremez, eğer ona cesaret edecek olanlar varsa, o küpeleri o adamlara yediririz. O fildişi kulelerini yıkar, üzerinde kuran okuruz.



Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund