Ana içeriğe atla

TÜRKİYELİLİK SAFSATASI

Osmanlı parçalanırken, bazı uluslar kendi bağımsızlığını ilan ediyor, bir kısmı özerkliğini ilan ediyor bir kısmı ise ülke içerisinde cemiyetleşerek sarayın etrafında kendi iktidarlarını inşa ederken, Anadolu’da mekteplerde “biz Osmanlıyız” teraneleri terennüm ediliyordu.

Fuad Köprülü Osmanlıcılığın etnik unsurlar tarafından ortaya atıldığını,  bir plan olduğunu söyler. Fuad Köprülü bu durumu “Türkleri gafil avlama” projesi olarak değerlendirir. Osmanlı böylece paramparça hala gelmişken bile Türkler hala “Biz Osmanlıyız” diye padişahlarına bağlılıklarını bildiriyordu.

Hep yalanlara inandırılmaya çalışılmış bir millet, millet olabilir mi? Hala aynı teraneler yüzünden bir millet bile olmadık. Bu parçalanmışlığın sosyolojisi bile yapılabilir. Belki tarihte bile şuanda olduğumuzdan daha çok millettik. M Akif’in dediği gibi “hem de ne milletmişiz”

Türklerin kaderidir, etrafında bir arada barış içinde yaşamak istedikleri hangi topluluk olursa olsun, onlar tarafından uçurumdan yuvarlanmak istenmiştir. Tarihi hakikatleri dillendirmek zorundayız. Eğer gerçekçi bir tarih okuması yapamazsak, “tarihin tekerrür” etmesi kaçınılmaz olur. Yani aptalların tarihi tekerrür eder ki, biz yeterince bu saflığı taşıyoruz.

İşte şuan geldiğimiz “Türkiyelilik” meselesi de böyle bir noktaya işaret ediyor. Bir safsata, yine aynı şekilde etnik unsurlar demokrasinin faydalarından yararlanarak kendi özerkliklerini inşa ediyor, kendi örgütlenmelerini gerçekleştiriyor. Kürtlerin özerklik inşa çabaları görmezden gelinebilir mi, daha başka etnik unsurların iktidarın etrafında güç kazanma çabalarını görmezden gelebilir miyiz?

Medya borazanları durumun üzerini “Türkiyelilik safsatasıyla” örtmek istiyor, çünkü medya özgür fikri olanların yeri değil, itaatın, çıkar ilişkilerinin, sermayenin, siyasetin, simsarların, ikiyüzlülerin, hepsinin üst üste bindiği bir propaganda aracı olarak, kitleleri yalanlara ikna etme gayretlerinden başka ne olabilir!

Bugün gözlerimizin içine baka baka bizi bir Türkiyelilik yalanına ikna etmeye çalışıyorlar, birileri durmadan etrafımızı kuşatırken, Anadolu’ya dönüp ama siz Türk olduğunuzu dillendirmeyin de biz şu etnik gruplarla bir arada yaşayalım yalanını yayıyorlar.

Bu yazıda çizmeye çalıştığım tarihsel çerçeve elbette birilerini rahatsız edecek, büyük oranda ise bizden görünüp, aynı Türkçeyi konuşup da arkadan iş çeviren ikiyüzlü münafıklar rahatsız olacaklardır.

Türkiye münafıklar cennetidir, Osmanlıdan beri de bu ikiyüzlülük korunur, çünkü iktidarda yükselmenin yolu  “türk gibi görünmekten” geçiyordu. Bunu en iyi bilen ise, buna en yetenekliler ise “dönmeler” olmuştur.



Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund