Ana içeriğe atla

Bay ka'nın politik serüveni



“anlamadığı dilden kaçmak”



“bay ka hikâyesinin temelinde işte böyle bir süreç yatıyor. Sosyoloji karşısında, ya da o zavallı profesörlerin söylediklerine yabancı kalan, anlamadığı bir dil bulan bir gencin hikâyesidir. Yani anlamadığı bir dilden kaçan gencin dramıdır. O hocalar nasılda iştahla ama beceriksizce aydınmış gibi anlatıp duruyorlardı… kör ve aptalcaydı.”


Bay ka hiç kimseyken tanımlanmaya başlıyor. Bir yerin adamı ya da başka bir tarafın eylemcisi…herkesin gözünde bir şey oluyor. İşte bu “olmak” fiili yüzünden bu olduğu şeyler zamanla hoşuna gidiyor. Onları benimsiyor, hangi tarafta olursa başka tarafa sırtını dönüyor. Bay ka içine girdiği yani olduğu şeyleri süreçler içinde oluyor, bütün süreçler olduğu bütün süreçlerde insanlarla ilgili, birinin yardığımı ötekinin dostluğu…vs gibi şeyler yüzünden oluyor. Yani olduğu şey, içine girdiği taraf öğrendikleriyle ilgili değil, öğrendikleri daha çok içine girdiği tarafla ilgili şeylerdi. Doğuda insanlar her şeye inançla başlar, inançla varolur. Doğunun temel farklılığı budur. Akıl inançtan sonra gelir. Onun izinden gider, çünkü tarihsel arka planda küçültülmüş, kitleleri saf bir şekilde imana iten sistemler gelmiştir.

Gittiği yönler öğrendiği, bilincine sahip oldukları değil bu yüzdende hiçbir şey üzerine tam oturmuyor. Üniversitede sosyoloji okuyor, içinde başka dünyalara ait fırtınalar, başka denizlerde başka gemilerdeyken zihninde…bay ka dışarıda başka bir dünyaya ait, kimliği ve kişiliği başka bir tarafa ait. İşte bu yüzden bay ka’nın olduğu şeyler, onu çelişkilerin, kuşkuların kucağına bırakıyor. Çelişkileri öyle derin ki, ama hiç üzerinde durmuyor. Bay ka batı kültürünü tanıyor, düşünce adamlarını, özellikle sosyolojinin kurucuları yani bir ölçüde modernizmin kurucularını tanıyor, ama onun gönlü şehir merkezinde orada inançını tanıyor. Orada yandaşlar var, orada cemaatler var kitaplar var bir sürü şey var. Bay ka bu yüzden sosyolojiden kaçıyor şehre sığınıyor. Çünkü sosyolojide anlamadığı bir şeyler var. Ne konuşuyorlar bu hocalar, ne anlatıyorlar. Başka bir coğrafyadan kuramsal şeyler önüne diziliyor. O hocaları sorgusuz sualsiz nasılda geveleyip duruyorlar o kuramsal şeyleri.

Bay ka’nın hocaları başka bir kültür ait kuramların yaymak ve o kültüre hizmet etmek için, onları yaymak için geveleyip duruyorlar. Bay ka sağır sanki bu dünyaya, ama başka gençler öyle mi gözlerini ve kulaklarını açmışlar ve bir amaç için içlerine çekiyorlar bu anlamsız literatürü. Bay ka burada neden diye sormak istiyor, ama sonra hepsinin nedenini tek tek anlayacaktır. Muhtemelen pekte iyi bakmayacaktır bu geçmişte kalan, sağır kaldığı dünyayı..ya da hiç anlamayacaktır.


şehirde ise başka şeylere maruz kalır, farklı gibi görünen ama özünde hepsinin yaptığı tek pencereli bir dünya vaat etmek. Yani herkes kendi yolunun cennete çıktığını buyurgan ifadelerle nasılda dayatırlardı. Bay ka bütün bu dayatmaların sesiz dinleyicisi, sessiz gözleri bu buyurgan ifadelerin…ama o içinde sorgu fırtınalarını atamıyor. Bir inançsızlık değil bu, daha çok bu insanların neden tek bir kaynağı olan, tek bir peygamberi olan bir inançı bu kadar çoğaltmalarının nedeni nedir diye...bilinci her zaman dimdik ayakta..ama  bay ka görünürde bir izleyici.

İzlemek, her yerde her düşünceyi izlemek ve sonunda sadece birine itaat etmeye mi çalışıyor. Bay ka böyle bir şey yapmamıştır…daha çok soyut bir boyutta kaybolmuş..taraf olamamanın ve itaat etmemenin belki de evet bunların cezasını çekiyor. Bir dünyaya itaat etse, dayatılan yolu kabul etse..ötekiler gibi ne kadar mutlu bir insan olacaktı.

Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund