Ana içeriğe atla

İnsan Nesneleşiyor

Bir toplumun gücü geleneğinden gelir, bir coğrafyaya vurduğu mühürden gelir, zaman aksa üzerinden çok şey geçse de o toplum rengini her zaman var eder.

Hiçbir yıkım onu tarihten silemez, güçlü geleneği olan milletler her zaman yaşar. İşte bu sosyolojik bir gerçektir. Türklerde tarih boyu bu geleneksel kültürleri sayesinde her coğrafya da varlıklarını korumuşlardır.

İlk defa bir tehlikeyle karşı karşıyayız, gelenekten kopuş Türk milletinin sonunu getirebilir, milletleri millet yapan değerlerden uzaklaştıkça toplumsal yapıda çözülmeler görülür, zamanla bu çözülmeler belirsizliğe, kaosa, hiçliğe götürür. Araftaki insanı önümüze koyar.

Teknolojiyle bu kadar pervasızca ilişki kurulması, on, on beş yaşlarındaki çocukların ellerinde akıllı telefonların ne işi var!  Tabletler gençlerin ellerine teslim ettiğiniz de, toplumun geleceği olan nesilleri büyük bir belirsizliğin, anlamsızlığın içine sürüklediğinizde fark etmelisiniz.

Teknoloji içeriğinin kontrol dışı bir şekilde üretilmesi, büyük oranda da sıradan bir anlayışı dayatması korkunç bir manzara çıkarıyor karşımıza. İnternet dediğimiz şey aslında bir fabrika gibi aynı insan tipini üretiyor.

En büyük tehlike milletlerin geleceğinde ortaya çıkacak, her ihmal ettiğiniz çocuk, her internete bıraktığınız genç, gelecek açısından potansiyel bir tehlike arz etmektedir. Hayvanlara vahşice işkence eden mi ararsınız, gerçeklik algısını yitiren mi ararsınız, yani gelecek insan otomatlaşmış, hislerini kaybetmiş, duygusunu ve dilini yitirmiş birer fabrikasyon ürünü gibi yapay nesnelere dönüşebilir. Sözü kaybederseniz inancı da yitirirsiniz. İnsan büyük oranda dil demektir, duygular, inançlar hep sözle ilgilidir.

İnsan nesneleşiyor, hiçbir güzel sözde kalbi çarpmayan insanın kuran karşısında titremesini nasıl beklersiniz. İnsan varoluş dayanaklarını yitirirse, kendini kaybeder, insan dayanaksız yaşayamaz, bir yerlerde kendine bir kök bulmak zorundadır.

Karşımızda duran bu teknoloji dünyası, o dağıttığımız tabletler, yok oluşa giden yola merdiven dayamaktan başka bir iş görmez. Çocukların eline en güzel oyuncakları verip de arkasından da gidin klasikleri okuyun demek, insanı anlamamak, tanımamak demektir.

Tehlike büyük, Türkçeyi kaybediyoruz. Öyle bir kayıp ki, aralarında üç beş yaş farkı olan kuşaklar bir birini anlamaz hale gelmiş bulunuyor. Dili kaybettiğimiz de zaten atalar sözü de yaşamaz, divan edebiyatı da yaşamaz, klasik eselerimiz de yaşamaz.

Peyami Safa’yı, Ahmed Hamdi Tanpınar’ı anlamayan nesillere aşina olmaya hazır olmalıyız. Bir sosyolog olarak uyarmayı vicdani bir sorumluluk olarak görüyorum. Bunun çığlıklarını şimdiden atıyorum ki, vakit çok geç olmadan eğitimde reformlar yapılsın.


Biliyorum ki sözümüz geçmeyecek, sözümüzü işitmeyeceksiniz, ama ben bu sözleri tekrar etmeye devam edeceğim; sosyologlar acilen görev başına getirilmeli, soysal yapı çözümlenip, geleneğin üzerine gelecek bina edilmeli, yeni ufuklara yelken açmalıyız. Yoksa şikayet etmeye, sızlanmaya devam edecek ve yavaş yavaş milletin yok oluşunu izleyeceksiniz.

Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund