Ana içeriğe atla

Sosyoloji, Marksizm ve Ben


Sosyoloji fakültemden bana kalan ne sorusunu her zaman sordum. O okul hayatlarımın bende bıraktığı izleri, birikimleri her zaman sorgulamaya çalıştım. Çarklar arasında kaldığımı fark ediyorum, sistemler arasında nasıl öğütüldüğümü, hiçbir şeye benzemeyen süreçlerden nasıl geçtiğimin her zaman farkında oldum.

 Bu sorulara, bu durumlara akıllıca cevaplarım olmadı, hep hatayı kendimde buldum, demek ki milletin akıllısı ben değilim zaten Türkiye de akıllı insan demek, cebini dolduran insan demektir, kafasını dolduran insan demek değildir, e bizimde cebimiz boş olduğuna göre o kadar da akıllı olamadığımız(!) aşikârdır.

Sosyolojinin kapısından içeri girdiğimizde, karşımıza temel bir içerik olarak markist ideolojiye dayanan bir malumat yığını çıktı. Bu ideolojinin bilimselliğine inanan çok sayıda “hoca” sıfatı verilmiş zevat da vardı. Başlar yukarda, omuzlar dik, gözler uzağa bakar, (batı) ezberlerini pek ciddiyetle sunan bazı zevatlardı.

Sosyoloji öğrencilerinin büyük bir kısmı ise itaat halinde, pek ciddiyetle sunulan bu malumatı alıyorlar, düzenli defterleri olan, fotokopilere bağımlı bir kesim. Arada ise bazı gruplar var ki, bu Marksist terminolojiyi benimsemiş, özellikle de Kürtlerin vurguları pek ilginçti, onlarda kendi Kürtlerinden, ailelerinin geleneğinden, inançlarından uzaklaşmışlardı. Yarım bir Türkçeyle Marksizm dair söyledikleri kavramlar baya bir sempatikti.

Sosyolojiye girdiğimizde, 28 Şubatın ayak sesleri vardı. Sivas olayları hala canlılığını koruyor, her sabah bir bombalama haberiyle uyanıyorduk. Her zaman faili belli olmayan cinayetler, terör saldırıları, operasyonlar vardı. Zamsız günlerin özlemini çekiyorduk. Ekmeğin fiyatı “8000binlira” böyle bir görüntüde idi. Sosyoloji fakültemizde ise sanki Türkiye’de değiliz de, her hangi bir Avrupa ülkesindeyiz ve oradan Türkiye’yi anlamaya çalışıyoruz. Oysa dışarıda gerçek canlı, yaşayan bir yapı vardı. Öğrenciler ise batıdan tercüme edilmiş teorilerin içinde kaybolup gidiyordu. Hiç kimse bu gerçeği görmüyor ya da fark etmek istemiyordu. Sonradan fark ettiğim ise herkesin durumu pek güzel idare ettiği gerçeği oldu.

Fotokopiler, notlar, ezberler ve sonunda ulaşılan bir unvan. Okuldaki teori pratiğe çok uzak ve aynı zamanda bu pratiği yorumlamaktan acizdi. Toplumsal yapı dersleri, teksir kağıtlarına yazılmış yirmi yıllık notları okuyarak bize yazdıran bir “hoca”, arada da kafayı kaldırıp, aman senin sakalın, senin bıyığın, senin başörtün meselesiyle uğraşan çok çağdaş, yaşlı bir profesördü. Yüzlerine baktığınızda o seksen yıllık cumhuriyetin izlerini görebilirdiniz. Yaşlanmış, çağdaşlıktan ve reddetmekten yorulmuş ifadelerdi. Hala muhtemelen yerlerini bırakmamak için direniyorlardır.

Bilimin ve çağdaşlığın dışındaki her şey gericiydi, hele çağdaş okulumuzda irtica kol geziyordu. Bunu koca koca profesörler dilendiriyor, bizi bilimin ve Marksizm’in aydınlığına çekmek için bütün enerjilerini, birikimlerini harcıyorlardı. Hep birlikte Marksizm’in bilimsel gerçeğine “iman” ediyorduk

Benim gibi aksilik edenler olursa, ya derse almıyorlardı, derse alsalar da hemen dersten atıyorlardı. Böylece olağan işleyiş devam ediyordu. Çarklar arasındaki genç beyinlere Marksist bir sosyolojik anlayışı güzelce, sağlıklı bir şekilde enjekte ediyorlardı.

Korkunç, bir zavallılık var ortada, ne kendilerini tanıyorlar, ne karşılarında duran öğrenciyi, ne de yaşadıkları toplumu tanıyorlardı. Gelsin maaşları, yaşasın lüks hayatlarıydı. Gelecek mi? Boş verin geleceği, günü kurtaralım. Pek zengin, pek memur, pek üstün sosyal bir sınıfa mensup olalım. Toplumda ne yaparsa yapsın, nasılsa kendi rahatları yerindeydi, Anadolu’nun gençlerini yoz bir ideolojiye kurban ediyorlardı.

Not:Dün rastladığım bir yorumu paylaşmak istiyorum;belki yazıda neyi kastettiğim net anlaşılır.
"Herseyden once orak cekici anlayacak IQ ya sahipmiyiz, degilmiyiz? Sana bir tek sey soyliyeyimde ne olugunu anla. Orak cekic ileriyi,1453 te geriyi temsil eder. Anlayana davul zurna saz, anlamayana zaten gec!!!!!"


Yorumlar

GEÇEN YIL

ATATÜRKÜN GİZLİ TARİHİ

Mustafa Kemal’e bakışın ne kadar hastalık bir hal aldığını izliyoruz. Onunla ilgili değerlendirmeler tarihi şartlarından uzak, ideolojik ve büyük oranda da cahilce analizlerden ibarettir. Tarihi kafalarına göre yorumluyorlar. Sosyolojiden bağımsız, içinde bulunulan zamandan soyutlanmış tarihi değerlendirmelerin zaten bir anlamı olamaz. Ancak gizli tarih, derin tarih, bilinmeyen tarih filan diye milletin gözünü boyarsınız, başka bir numara da çıkmaz sizin bu anlayışınızdan, cahilliğinizden. Kimse bir şey okumadığı için, internetteki bir şakayı bile tarihi hakikatler diye herkesi inandırabilirsiniz.  Şuan yaşadığımız şeyler de hep bunlarla ilgili, iş o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, adamlar Kant, Mevlana, Yunus Emre vesaire söylüyor diye sözler uydurup, bunlarla payeler elde ediyorlar. Akıl alır gibi değil. Bazı kimseler özellikle Mustafa Kemal’i karalama işini meslek edinmişlerdir. Onun üzerinden rant elde eden, onunla ilgili hakikati değil yalanları millet içerisi

OBJE OLARAK İNSAN

“İnsan anlamla güzelleşir. Anlamı olmayan, içi boş olan insan bir objeden öte bir şey değildir. Mevlana, yunus emre daha niceleri yalnızca anlamla var.” İnsan, bir çok açıdan bakıldığın elbette bir objedir. Somut, belli bir gerçekliği olan ve yer kaplayan olarak “varolan”ı ifade eder. Ama daha başka açılardan bakıldığında özellikle “kadim” uygarlığın yarattığı dünyadan bakınca insanın daha başka bir şey olması gerektiğini öğreniyoruz. O  kadim uygarlığın tam ortasında duran bireyler olarak insana daha başka bir gözle bakmamızdan ve insana “yüce”lik vermemizden daha doğal bir şey olamaz. Bu bakış açımız, günümüzde bir şekilde biçim değiştiriyor, ne olursa olsun her şekilde insana ait görüntüleri “alkışlama”, ne olursa olsun “paylaşma”, ne olursa olsun “beğen”me gibi bir takım alışkanlıklar edindik ve olur olmaz yerde bu ifadeleri sunuyoruz. Neden bu noktada olduğumuz sorusunun cevabını bulmak elbette mümkün, bir takım süreçlere baktığımızda bunun cevabını görebiliriz,

GAZZE'YE AĞIT

Çocuklar akın akın cennete uçuyorlar gülümseyerek. Annelerin,babaların feryatları gökleri inletiyor. Ağıtlar top seslerine karışıyor, acımasız ve haksız bir ölüm kol geziyor oyun oynayan çocukların yanı başında. Sinesini siper ediyor bir adam emperyalizme, batının ve onun uşaklarının mermilerine. Çocuklar emperyalizme meydan okuyor canıyla, bedeniyle,sapanıyla, sen uyurken, gazze tankların önünde dimdik, topların önünde dimdik, gururlu. Gazze bir bıcak gibi ruhumuza saplanıyor. Boğazımız düğümleniyor, çaresizliğimize ağlıyoruz. Dualar ediyoruz, zalim yahudinin elleri kursun, diye. Çocuklara kurşun sıkarken taş kesilsin kolları diye, dualarımız dilimizden öteye geçmiyor. Yaşamak istemenin bedeli bu kadar ağır mıdır? Herhangi bir insan gibi yaşamanın bedeli gazze de ölüm müdür? Sussak, sonsuza kadar sussak, yine de bu utançtan kaçamayız. Her şeyimiz varken izlemek, seyirci olmak, yaşama karşılığı gazzeyi ölüme teslim etmek, nasıl bir ruh halidir. Emperyal bir kurşund